Bilgi Yarışması, Ana Sayfa

Ana Sayfa

İkili Yarışmalar

Kelime Yarışmaları

Zeka Yarışmaları

Günlük

Foto Kulüp

Bir Soru

Serbest Kürsü

Dostluk

Üyelik
Ana Sayfa
Seçkin Üyelik
Mesaj Kutusu
Tavsiye Et
Tıkla Kazan
Ödül Listesi
Gruplar / Sıralama
Sohbet Odaları
  Üyelik
Kullanıcı adı
Şifre
Yeni üye
Şifremi unuttum
Tavsiye Edenlere 10,00 Bonus
Tavsiye edeceğiniz e-posta adresi


%50 Daha Hızlı Flash Menü

Aktif soru
27.965
Aktif üye
3.801

Bayrak

GÜNLÜK ÖZELLİKLERİ
Günlük sahibifilizmir - emekli
Günlük adıİlk Günlüğüm - Herkese açık günlük
Toplam okunma sayısı387753
Son güncelleme / Toplam kayıt16.07.2016 01:27:00 / Toplam kayıt: 62
Ben her zaman günlük tutmayı istemişimdir.Ama nasıl başlamam gerektiğini bilemiyorum.

GÜNLÜK KAYITLARI
ANNE OLMAKYeni yorum girAç/Kapa
Bu­gün an­ne­ler gü­nü.
Bu özel gün­de bir an­ne­nin, 5 ya­şın­da­ki bi­ri­cik oğ­lu­na yaz­dı­ğı çok iç­ten mek­tu­bu siz­ler­le pay­laş­mak is­ti­yo­rum.
İş­te o mek­tup:
“Sev­gi­li Oğ­lum,
Bu se­nin­le ya­şa­ya­ca­ğı­mız be­şin­ci an­ne­ler gü­nü.
Bu beş yıl­da sa­na ni­ce mek­tup yaz­dım, ki­mi çev­re­miz­de olup bi­ten­ler, ki­mi o an­ki ruh ha­lim, ki­mi de öğüt…
Ama bu­gün sa­na beş yıl­lık (tec­rü­be­siz) an­ne­li­ğim­den ne an­la­dı­ğı­mı ya­za­ca­ğım.
He­men en­di­şe­len­me, sa­de­ce duy­gu­sal şey­ler ya­za­cak ha­va­da de­ği­lim bu sa­bah.
Evet, an­ne­lik dün­ya­nın en ola­ğa­nüs­tü tec­rü­be­si, ama di­ğer ta­raf­tan da akıl­la ya­pı­la­cak bir iş de­ğil!
Bir ke­re uy­ku­suz­lu­ğa ta­ham­mül ede­bil­me, ge­ce­nin bir vak­ti uyan­dık­tan son­ra tek­rar uyu­ya­bil­me be­ce­ri­si­ni ka­zan­mak­tır an­ne­lik.
Ço­cu­ğu uyu­tur­ken uyu­ya­kal­mak, bir an­da uya­nıp pa­nik­le ko­şa­rak ba­ba­nın ku­ca­ğın­da sı­rı­tan “se­n”­i gö­rüp de “o­h” de­mek­tir.
Gaz çı­kar­mak­tan da­ha mü­him bir ha­di­se ola­ma­ya­ca­ğı­na ay­lar­ca inan­mak ve her sa­at, bık­ma­dan bir kar­pu­zu ku­ca­ğın­da do­laş­tı­ra­bil­mek­tir.
Bez­den kur­tul­du­ğu­na se­vi­nip, olur ol­ma­dık yer­ler­de tu­va­let arar­ken söy­len­mek­tir.
Her gün bir ah­ta­po­tu giy­dir­me mü­ca­de­le­si ver­mek­tir.
Oca­ğın, ba­sa­mak­la­rın, priz­le­rin, bı­çak­la­rın, ara­ba­la­rın ya­ni ev­de­ki ve so­kak­ta­ki muh­te­lif şey­le­rin as­lın­da bi­rer po­tan­si­yel ca­ni ol­duk­la­rı­nı fark et­mek­tir!
Sa­de­ce zey­tin­yağ­lı­la­rın de­ğil tüm ye­mek­le­rin so­ğuk ye­ne­bi­le­ce­ği­ni öğ­ren­mek­tir. Ucu ısı­rıl­mış, hat­ta bi­raz çiğ­ne­nip tü­kü­rül­müş ye­mek­le­ri da­hi atıl­ma­sın di­ye yi­ye­bil­mek­tir!
Üç gün­lük be­be­ğe ba­kıp da “i­le­ri­de na­sıl bi­ri­ne aşık ola­cak aca­ba?” kıs­kanç­lı­ğı­nı ya­şa­mak ve 0nu üzen er­ke­ğe ya da ka­dı­na ya­pa­bi­le­cek­le­ri­ni dü­şün­me man­yak­lı­ğı­dır!
Haf­ta so­nu, ak­şam, ta­til gi­bi sos­yal prog­ram­la­rı ayar­lar­ken “ne­re­ye gi­de­lim?”den ön­ce “ço­cu­ğa kim ba­ka­cak?” ya da “ço­cuk­la be­ra­ber gi­di­le­bi­lir mi?” so­ru­la­rı­nın ce­va­bı­nı bul­mak­tır.
Kav­ga­yı da, ro­man­tiz­mi de, tut­ku­yu da, sar­hoş­lu­ğu da, üzün­tü­yü de, kız­gın­lı­ğı da uy­ku sa­ati­ne denk ge­ti­re­bil­mek­tir!
Ar­ka­daş­la­rı­nın do­ğum gün­le­rin­de, park­lar­da, sa­lın­cak­ta, su kay­dı­ra­ğın­da as­la yor­gun düş­me­mek, ter­si­ne eğ­len­ce­ye ka­tıl­mak­tır.
Ko­nuş­ma­yı, yü­rü­me­yi, ça­tal bı­çak kul­lan­ma­yı sil baş­tan öğ­ren­mek­tir.
İlk ke­li­me­si “an­ne­” ol­sun di­ye giz­li giz­li mü­ca­de­le sür­dür­mek­tir.
İlk adım­la­rı­nı at­tı­ğın­da se­vinç­ten ağ­la­mak, son­ra da so­kak­ta di­lin dı­şar­da pe­şin­den ko­şar­ken, 0nu bağ­la­ma is­te­ği­ni şid­det­le his­set­mek­tir!
Has­ta­lan­dı­ğın­da, “i­yi­leş­sin de ye­ter ki ya­ra­maz­lık yap­sı­n” di­ye du­a et­mek, üç gün son­ra bu dua­yı ha­fı­zan­dan sil­mek­tir.
Oku­lu, der­si, sı­na­vı der­ken ye­ni­den öğ­ren­ci ol­mak­tır.
Bit­mez tü­ken­mez so­ru­la­ra ya­nıt ara­mak, için­den çı­ka­ma­yın­ca da ba­ba­sı­na sat­mak­tır!
Ama bü­tün bun­lar yü­zün­den “bir­kaç gün git­sem de ka­fa­mı din­le­se­m” der­ken, bir­kaç sa­at için­de bi­le de­li gi­bi öz­le­mek­tir…
Ay­rı kal­dı­ğın­da üze­rin­den çı­kan kı­ya­fe­te sa­rı­lıp da yat­mak­tır…
Ko­ku­su­nu şi­şe­ye ko­yup da par­füm yap­ma­yı dü­şün­mek­tir…
Bir­lik­te ya­ra­maz­lık ya­par­ken, şa­ha­ne kah­ka­ha­lar at­mak­tır…
Acı­sı­nı, göz­yaş­la­rı­nı ken­di içi­ne çek­me­yi is­te­mek­tir… Ge­re­kir­se kar­şı­lık­lı ağ­la­ya­rak özür di­le­mek­tir…
Her gün ge­le­ce­ğe da­ir ha­yal kur­mak­tır…
Bi­ri­ni ken­din­den çok sev­mek­tir… “Se­ni se­vi­yo­ru­m” di­ye boy­nu­na sa­rıl­dı­ğın­da, dün­ya­nın en zen­gin in­sa­nı gi­bi his­set­mek­tir.
En kö­tü gü­nün­de bi­le as­la pes ede­me­ye­ce­ğin bir ne­de­nin ol­du­ğu­nu bil­mek­tir…
Ya­ni her gün küf­ret­mek­le şük­ret­mek ara­sın­da gi­dip ge­len bir de­li­lik ha­li­dir…
De­dim ya, o ne­den­le de an­ne­lik akıl­la de­ğil, an­cak yü­rek­le ya­pı­la­cak iş­tir…
Ha­ya­tı­mın en bü­yük ma­ce­ra­sı için te­şek­kür ede­rim gün yüz­lüm…
İyi ki var­sın, iyi ki her gün böy­le de­lir­ti­yor­sun be­ni…
An­nen
Türkan Şanverdi Avcı

Kayıt tarihi : 12.05.2013 - Toplam yorum : 28


68 KUŞAĞININ ANLATILMAYAN ÖYKÜSÜ/Soner Yalçın 2Yeni yorum girAç/Kapa
DİLLERİNDEKİ ŞARKI; IMAGINE
Delikanlıydılar. İdealisttiler. Devrimciydiler.
Bozulmamış saf bir kuşaktı 0nlar.
Kızıldere’de katledilen Kazım Özüdoğru gibi, “halka inmeyi” ayakkabı boyacılığı yapmak sanıyorlardı.
İşten atılan Çorumlu belediye işçileri için yürüdüler.
Kürtler için de yürüdüler; Kürtçe slogan atıp, Kürtçe şiirler okudular. Varto Depremi nedeniyle kan bağışı kampanyası düzenlediler. Azgın Zap Suyu’na köprü inşa ettiler.
Pancar, tütün, fındık, haşhaş mitingleri yaptılar. Tam bağımsızlık için “Mustafa Kemal Yürüyüşü” düzenleyip Samsun’dan Ankara’ya yürüdüler. Atatürk heykelleri tahrip edilmesin diye geceler boyu nöbet tuttular.
68’li kızlar da vardı bu eylemlerde; hem de mini etekleriyle.
Hippiler yok muydu? “Özel okullara hayır” yürüyüşünde, uzun saçlı genç üniversiteli, sarışın kız arkadaşıyla hem sarmaş dolaş yürüyor hem de slogan atıyordu. O hippi; Kızıldere katliamından tek sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü’ydü.
Hayalleri vardı; dillerinde ise John Lennon’un “Imagine” şarkısı...
SBF’NİN DANS PARTİLERİ
Mahkemedeki savunmaları sırasında, Mevlana resmi çizip altına “Ben İnsanım” yazık hakime gönderecek kadar bu ülke değerlerine inanan bir kuşaktı.
Resimden, edebiyattan gelmişlerdi.
Ellerinden kitap düşmedi hiç. Nice yazarlar çıkarmaları boşuna değil. ODTÜ İnşaat’tan “Balık Memet” yani yazar Mehmet Eroğlu’nu okumayanınız var mı?
Dans da ettiler: SBF yatılı öğrencilerinin Salı ve Cuma akşamları 18.45-20.00 arası dans partileri vardı.
Carmina Burana’nın Türkiye’deki ilk bale gösteriminde harikalar yaratan balet Aydın Erol unutulabilir mi? Ya da; 0nca işkenceye rağmen cezaevinin soğuk koğuşunda bale yapan 20 yaşındaki balerin kız Ayşe Emel Mestçi?
Anadolu türkülerini, Dadaloğlu’ndan Aşık Veysel’e şehre getiren 68’liler değil mi?
Tiyatro da yaptılar; Uluslararası Üniversite Tiyatroları Festivali’nde üçüncü oldular.
FKF ilk başkanı İzzet Polat Ararat’ın DTCF tiyatro bölümü öğrencisi olması tesadüf mü?
ODTÜ Sosyalist Kültür Kulübü üyeleri Ali Artun ve Yılmaz Aysan’ın bugünün tanınmış sanat galerisi Nev’in sahipleri olması, o dönem birikiminin ürünü değil mi?
Dağcılık kulüplerini üniversitelerde ilk kimler kurdu sanıyorsunuz? Türkiye’de bu sporun gelişiminde 68’li Fikret Gürbüz, Tuncer Gürdil, Uçmaz Sungur, Sönmez Targan ve nicelerinin katkıları unutulabilir mi?
Ardı ardına şampiyon olan efsanevi İTÜ basketbol takımının temelini TMTF İkinci Başkanı Cavit Savcı atmadı mı?
Maratoncu Mehmet Yurdadön ülkeye madalyalar kazandırmadı mı?
ODTÜ’lü Ömer Gürcan cezaevine sokulmasaydı, idam edilen babası Fethi Gürcan gibi ülkemizi binicilikte birincilik kürsüsüne çıkarır mıydı?
SBF’nin tanınmış milli güreşçileri Necati Sağır, Mustafa Aynur aynı zamanda THKP-C’li değil miydi?
Bugün judo ve karate de madalya alanlar, bu sporun gelişmesinde büyük emeği olan Murat Özdabak’ı anımsar mı? Peki ya boksörler milli sporcu Taşkın Konuralp’in adını duymuş mudur?
ODTÜ Motor Kulübü’nün kurucularından Tayfur Cinemre motosikletiyle kimleri taşımadı ki; Ulaş Bardakçı, Yusuf Aslan, Cihan Alptekin…
Fenerbahçe takımında yelken yapan Taner Türkantöz Mahir Çayan’ın en yakın yoldaşıydı.
Hangisini yazayım?
68 kuşağı bu özellikleriyle neden anlatılmaz?
Oysa…
Toplumsal bir gelecek hayali kuranlar bu mirası her yönüyle bilmelidir.

HALA 68’Lİ BİR DEVRİMCİ:
YAŞAR YILMAZ

İstanbul Teknik Üniversitesi inşaat bölümü öğrencisiydi.
İTÜ Öğrenci Birliği başkanlığını Harun Karadeniz’den sonra devraldı.
Hakkari’ye “Zap Suyu üzerine Devrimci Gençlik Köprüsü” yapmaya giden 84 devrimciden biriydi. Deniz Gezmiş’in yakın yoldaşıydı.
Devletin ceberut baskısından her 68’li gibi o da nasibini aldı:
1971 darbesinde Ziverbey Köşkü ve Harbiye’de ağır işkencelerden geçti. Yaşadıkları; 2,5 yıl cezaevi arkadaşlığı yaptığı Yılmaz Güney tarafından yazılan “Sanık” adlı öyküye konu oldu. Mahkemedeki savunmasını ise “Söz Sanığın” adlı kitabında kendi yazdı.
Maltepe ve Selimiye cezaevlerinde 5,5 yıl yattı.
Hapisten sonra hep “sakıncalı” oldu; ekmeğini taştan çıkardı.
Sonra bir gün karar verdi; mühendisliği bıraktı; “ülkeme hizmet etmeliyim” diye düşündü.
Anadolu topraklarını 2,5 yıl karış karış dolaştı.
Unutulmaya yüz tutmuş, sahipsiz bırakılmış, 115 antik kentteki 119 antik tiyatroyu inceledi. “Anadolu Antik Tiyatroları” adıyla kitaplaştırdı.
Bu çalışma Kültür Bakanlığı’nı heyecanlandırmadı.
Fakat Avusturya Kültür Bakanlığı, Yaşar Yılmaz’ı Salzburg’taki Mozart Üniversitesi “Antik Çağda Akustik ve Ses Dağılımı” konusunda konuşma yapmaya çağırdı.
Çünkü bugüne kadar bilinmeyen 2 önemli bulgu keşfetmişti.
İlki sesin iletilmesiydi: Sahnedeki oyuncu, şarkıcı, konuşmacı ya da müzik aletinden çıkan sesin 20-25 bin kişilik açık hava tiyatrosunun en uzak basamaktaki izleyiciye kadar gidebilmesini, o dönemin mühendisleri orta yola “sırtlı koltuklar” yerleştirerek sağlamışlardı. Ses, koltuğun sırtlığına çarpıp yukarı basamağa kadar çıkabiliyordu.
İkinci buluş ise bugüne kadar düşünüldüğü gibi ilk tiyatro Antik Yunan uygarlığı döneminde değil, Erken Dönem medeniyetleri döneminde yapılmıştı ve ilk açık hava tiyatroları taş değil ahşaptı.
HIRSIZLARIN PEŞİNDE BİR 68’Lİ
68’li devrimci Yaşar Yılmaz antik tiyatrolar çalışmasını bitirdikten sonra köşesine mi çekildi. Hayır.
5 yıl önce, Anadolu’dan yağmalanan tarihi eserlerin ve kültürel varlıkların peşine düştü. ABD, İngiltere, Avusturya, Almanya, Danimarka, Rusya, ve Yunanistan’a gitti. Yüzlerce müze gezdi.
Türkiye’den kaçırılan 40 bin eseri buldu ve fotoğraflarını çekerek belgeledi.
Neler bulmadı ki:
Paris Louvre Müzesi: Mağnesia'daki ünlü mermer tapınak kabartmaları, Asos'dan sökülen tapınak parçaları ve yüzlerce dev boyutlu mermer, bronz heykeller. Hitit, Urartu, Bizans, Selçuklu, Osmanlı eserleri.
Londra British Museum: Ksantos'dan (Eşen-Antalya) Nereitler anıtı, Knidos'tan (Datça) 600 civarında büyük boy heykel, Mozeleum (Bodrum'daki ünlü, dünyanın 7. harikasının mermer süslemeleri ve heykelleri).
New York Metropolitan Müzesi: Sardes'ten (Salihli) sütun ve diğer eserler, Bergama'dan büyük bronz heykel, Priyene, Milet ve Efes'ten heykeller, mermer lahitler, Kültepe'den (Kayseri) Sümer-Asur dönemi eserleri.
Boston Müzesi: Asos eserleri
Washngton Dumborton Oaks Müzesi: Antakya mozaikleri ve Bizans eserleri.
Baltimore Müzesi: Antakya mozaik koleksiyonu.
Chicago Sanat Müzesi: Selçuklu- Osmanlı eserleri.
Chicago Üniversitesi Şark Eserleri Enstitüsü Müzesi: Alişar eserleri.
Los Angeles Getty Villa : Burdur- Antalya yöresinden Kremna mermer kadın heykelleri.Viyana Ephesus Müzesi : 50 m'ye yakın mermer duvar frizleri Efes'ten giden binlerce eser.
Berlin Alte Müzesi : Priyene, Milet'ten mermer heykeller.
Berlin Pergamon (Bergama) Müzesi : Büyüktapınak, Milet ve Priyene'den tapınaklar, Zincirli'den Hitit tapınağı, Hattuşaş'dan heykeller, 33 metreye 14 metrelik dev boyutlu Milet pazaryeri giriş duvarı ve Selçuklu dönemi camilerine ait eserler.
Tübingen Üniversite Müzesi: Antakya'dan heykel ve Troya eserleri.
Danimarka Ulusal Müzesi: Troya eserleri.
Kopenhag David Müzesi: Selçuklu eserleri, Konya'dan türbe sandukası, Cizre Camii'nin ünlü tokmağı başta olmak üzere 14 ve 16. yüzyıl çini koleksiyonu.
Daha sır

Kayıt tarihi : 20.12.2010 - Toplam yorum : 28


68 KUŞAĞININ ANLATILMAYAN ÖYKÜSÜ/Soner YalçınYeni yorum girAç/Kapa

 

MHP lideri Bahçeli son öğrenci eylemlerini 68 dönemine benzetti. 68 kuşağı üzerine bugüne kadar pek çok kitap, makale yazıldı; belgeseller, diziler, filmler çekildi. Ama bir konunun üzerinde nedense pek durulmadı. Bu nedenle 68 kuşağı sanki hep eksik anlatılmış gibi geliyor bana. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil, İbrahim Kaypakkaya ve nicelerini gerçekten tanıdığınızı mı düşünüyorsunuz? Gelin 0nların pek bilinmeyen yönlerini yazayım, kararı siz verin…
Arkadaşım dert yandı:
“Oğluma yatarken hikaye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona, Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi.
Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi?
Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi. Korktum.”
Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar.
Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu.
Sinan Cemgil meraklıydı; babasına-annesine hep sorular sordu. 0nlar da oğullarının anlayacağı bir dille anlattılar.
Nitelikli bir kültür ortamında yetişen Sinan çok başarılı öğrenci oldu. İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca öğrendi. Arkadaşlarına Dante’den İtalyanca dizeler okurdu.
Ünlü Amerikalı artist Clark Gable’nin taklidini yapıp herkesi güldürecek kadar espriliydi.
ODTÜ Mimarlık’ta öğrenci iken devrimci mücadeleye katıldı. Teorik derinliğiyle öğrenci liderlerinden oldu.
ODTÜ’de “Hoca” deme adetini Sinan Cemgil başlattı. “Hoca” derlerdi arkadaşları bilgisinden ötürü
Köylüleri, toprak ağalarına karşı ayaklandırmak amacıyla gittiği Nurhak Dağları’nda Jandarma tarafından öldürüldü. Sırt çantasından 4 kitap, bir de kuru soğan çıktı. Yirmi yedi yaşındaydı.
Bir yaşındaki oğluna, 21 yaşında öldürülen arkadaşı Taylan Özgür’ün adını vermişti.
Oğlunun cesedini almaya giden anne Nazife Cemgil, tabut başındaki meraklı köylülere seslendi: "Bu oğlum Sinan. Bunlar da 0nun arkadaşları (Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan), kardeşleri. 0nlar da oğullarım. Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri üstün zekalı güzel çocuklardı. Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama 0nlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar."
Arkadaşım yakın tarihin bu acı olaylarını bilen biri. Üniversite öğrencilerine son yapılanlar arkadaşımı da korkutmuştu; nedeni biricik oğluydu. Oğlunun Sinan Cemgil’le aynı kaderi paylaşmasından korktu ve tarihsel gerçekleri anlatıp anlatmama kararsızlığına düştü.
Ona Edip Cansever’in şirini okudum:
“Utancı bilerek yaşamak korkunç/ Daha korkuncu da var: utancı bilerekten yaşatmak…”
ŞAİRDİLER
Size 68’lileri anlatmalıyım:
Mahir Çayan’ın şair olduğunu bilir misiniz; “Güneşi batmayan bir ada/Ben ne şuralıyım, ne buralıyım/Adalıyım… Adalıyım.”
Eşi Gülten Çayan atletti; 400 metrede milli takım seviyesinde bir koşucuydu. Yakın arkadaşı erkekler 400 metre koşan atlet ise bugünün tanınmış gazetecisi Osman Saffet Arolat’tı.
Hüseyin Cevahir edebiyat eleştirmenliğine Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde başladı. Şiir de yazdı. Tunceli Alevi Dedesi torunu Hüseyin Cevahir, Rolling Stones dinlemeyi de çok severdi. SBF’nin en çalışkan öğrencisiydi; “devrimci başarılı olmalıdır” diyordu hep arkadaşlarına. Dürbünlü silahla hedef alınarak öldürüldüğünde 26 yaşındaydı.
SBF’nin efsanevi hocalarından Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, derslerinden hep tam not alan Cihan Alptekin’i yakından tanımak için evine davet etti. “Laz uşağı” Cihan yaşasaydı belki önemli anayasa profesörlerinden biri olacaktı. Öldürüldüğünde 25 yaşındaydı.
Tunceli’de yakalanıp işkenceyle öldürülen İbrahim Kaypakkaya’nın elinden; Varlık, Papirüs, Soyut, Türk Dili gibi edebiyat dergileri düşmezdi. Türk dilinin yapısını, sözcük hazinesini, şiirdeki gücünü ve müzikalitesini araştıran şair Kaypakkaya öldürüldüğünde sadece 24 yaşındaydı.
ODTÜ’NÜN DONLARI
1971 darbesinde Sansaryan Han’daki işkenceler sırasında polisler önemli bir delil buldu; devrimcilerin hemen çoğunda aynı tip mavi ya da kırmızı külot vardı.
Sordular; “bu donların anlamı ne; mavi ile kırmızının farkı ne; bunlar THKO’nun rütbeleri mi?”
İşkencedeki sporcu gençler gülmemek için kendini zor tuttu, “bunlar” dediler; “ODTÜ Spor Kulübü’nün donları!”
Futbolu severlerdi kuşkusuz…
Devrimci Öğrenciler Birliği’nin tümü Beşiktaşlı’ydı. Çarşı’nın devrimciliği nereden geliyor sanıyorsunuz?
68’lilerden futbol takımı kurulsa Deniz Gezmiş ilk 11’e mutlaka alınırdı.
Deniz’in ayrılmaz parçası Cihan Alptekin de…
Mahir Çayan ise kesin teknik direktör; çok sevdiği futboldan iki bacağına takılan platin çubukları nedeniyle erkenden koptu.
Deniz Gezmiş sahada kesin hakemi kandırmaya çalışırdı. 0nun mizahçı yönü bilenmeden Deniz Gezmiş portresi yazılabilir mi? Beyaz at üstünde ODTÜ yurdunda kız arkadaşına serenat yapan bir romantikti o. İdam edildiğinde henüz 25 yaşındaydı.
Aşkı da yaşadılar doyasıya…
Sevgilisini son bir kez daha görmek için saklandığı evden çıkan ODTÜ’lü Koray Doğan, sırtından yediği polis kurşunuyla sevgilisinin evinin önünde can verdi.
O da 25 yaşındaydı.
O kuşak 1 kişiyi bile öldürmedi; ama tam 43 can verdiler.
Oysa…
Okul koridorlarında gazoz kapağıyla futbol oynayan bir kuşaktı 0nlar.
Sanmayın ki fasulyesine poker ya da blöflü pişti oynamadılar?
Sanmayın ki kolalı votka içmediler? Ya da rakı?
Emel Sayın konserine gitmediklerini mi düşünüyorsunuz?
Muhammed Ali, Joe Frazier’e yenildiğinde üzülmediklerini mi sanıyorsunuz?
Ya da hiç küfür etmediklerini mi? En güzelini de bir ağız dolusuyla Deniz Gezmiş ederdi. Ve yine Deniz Gezmiş her fırsatta en sevdiği türküyü söylemez miydi: “Ne ağlarsın benim zülfü siyahım/ Bu da gelir bu da geçer ağlama/ Göklere erişti feryadım ahım/Bu da gelir bu da geçer ağlama…”
DİLLERİNDEKİ ŞARKI; IMAGINE
Delikanlıydılar. İdealisttiler. Devrimciydiler.
Bozulmamış saf bir kuşaktı 0nlar.
Kızıldere’de katledilen Kazım Özüdoğru gibi, “halka inmeyi” ayakkabı boyacılığı yapmak sanıyorlardı.
İşten atılan Çorumlu belediye işçileri için yürüdüler.
Kürtler için de yürüdüler; Kürtçe slogan atıp, Kürtçe şiirler okudular. Varto Depremi nedeniyle kan bağışı kampanyası düzenlediler. Azgın Zap Suyu’na köprü inşa ettiler.
Pancar, tütün, fındık, haşhaş mitingleri yaptılar. Tam bağımsızlık için “Mustafa Kemal Yürüyüşü” düzenleyip Samsun’dan Ankara’ya yürüdüler. Atatürk heykelleri tahrip edilmesin diye geceler boyu nöbet tuttular.
68’li kızlar da vardı bu eylemlerde; hem de mini etekleriyl

Kayıt tarihi : 20.12.2010 - Toplam yorum : 0


BİR ŞARKI KİYeni yorum girAç/Kapa

 
 
Modası geçmiş bir şarkı bilirim
Eski günlerin hatırasını taşır
O şarkı ki yalnız senin
Dudaklarına yaraşır

En ümitsiz ve yalnız gecelerimde
O şarkıyı duyar gibi olurum
O şarkı söylensin üst üste beş defa
Deli olurum.

Ah öyle bir şarkı ki
Hatıralar boyu geniş
Bir şarkı ki vaktiyle
Dudaklarından düşmezmiş

Bir şarkı ki unutulmuş
Yaşanmamış gecelerin ötesinde
Benim için o şarkıyı söyle ne olur
Son nefesinde

Simdi çok uzaklarda 0nu
Simsiyah rüzgarlar söylüyor
Su mor dağların ardından
Yar söylüyor

Elbet her şarkı gibi o da
Bir gün unutulacaktır
Sesim güzel değil ki ben söyleyeyim
Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır.

Ümit Yaşar Oğuzcan



Kayıt tarihi : 4.12.2010 - Toplam yorum : 1

50 YAŞ ŞİİRİ

Ne zaman baksam çevreme elli yıl sonra
Hep aynı gördüklerim; bir keşmekeş, bir bozuk düzen,
Bir lokma ekmek uğruna tükenmesi insanların...
Yaşamak ve ölmek için hep aynı neden...

Sefil doymazlık: Ete, kana, paraya
Öylesi bir açlık ki eksilmeyen, bitmeyen
İnsan, ezebildiğince mutlu insan, oğul
Nereye gidersen git hep o tuzak, o dümen...

Küçük hesaplarla kabaran büyük hesaplar
Ve değişmez çığlığı insanoğlunun: "Ben, ben, ben!"
Sen yok musun? 0nlar yok mu? Biz yok muyuz?
Nereye bu gidiş delicesine pupa yelken?

Söyle neyi değiştirebilirsin ki tek başına?
Yıldırırlar, sustururlar, vururlar seni de hemen!
Düşler bitmişse gerçekler bir tokat gibi inmişse
Tek başına mutlu ol bakalım, olabilirsen...

En güzeli sevmek diyeceksin insanları tümüyle...
Usanmadan, bir şey ummadan, beklemeden
Ver, durmadan ver, eller uzanmış, baksana...
Ver ki; kurulsun sofra, başlasın şölen...

Bir yanda umutların, düşlerin, düşüncelerin;
Bir yanda aldığını geri vermez koca bir evren...
Bak! Bütün ağızlar yutmaya hazır seni.
Bir noktadan, bir lokmadan başka nesin sen?

Dönüp gerilere bakıyorum, bir de kendime
Elli yıl geçmiş, ha gün, ha yarın derken.
Değişen birşey yok, bir şaşkın benden başka.
İşte aynı yol, aynı kapı, aynı merdiven...

Hani nerdeler? Kimi yitmiş kimi gitmiş dostların.
Bir ak saçlı anan kalmış yolumu bekleyen.
Sabah-öğle-akşam... Hep o tekdüze yaşam
Ve kırılmış bir kalple yorulmuş bir beden...

İşte böyle geçti yıllar, bozbulanık...
Ben sevdim, ben ağladım, başkalarıydı gülen.
Ne zaman uzattıysam ellerimi, parçalandı.
Mutluluk serseri bir mayındı denizlerimde yüzen.

Ümit Yaşar OĞUZCAN

 

Yine çok hoş bir şiir seçmişsiniz sevgili Filiz Hanım. Emeğinize, yüreğinize sağlık...Ümit Yaşar'ı ben de çok severim. Hele bazı şiirleri nasıl da derinden etkiler insanı... Hepimiz kendimizden bir şeyler buluruz içerisinde. Söz madem Ümit Yaşar'dan açıldı, ben de çok sevdiğim ve her okuduğumda yer yer durup düşündüğüm bir şiiriyle konuk olmak istedim günlüğünüze...

Zarif düşünceniz için tekrar teşekkür ederim.:) Sizi hep burada görmek ve güzel paylaşımlarda bir araya gelmek dileğiyle...:)

Çok güzel bir şiirmiş ilk kez okudum.Gerçekten çok duygulu ve düşündüren bir şiir.Benim ak saçlı anam da yok bekleyen:((( Katılımınız için çok teşekkürler.Sevgiler.


Kayıt tarihi : 4.12.2010 19:27:00 - Yorum sahibi: toldi


Yeni yorum girAç/Kapa
Sevgili toldi ben de eski dostlarla buluşmktan çok mutlu oldum.Ama çok az kişi kalmış.Özellikle serbest kürsü eski özelliğini kaybetmiş.Günlerce girdim hep bomboş.Sevgiler.


Kayıt tarihi : 4.12.2010 - Toplam yorum : 0


BÜYÜKANNE VE BÜYÜKBABANIN TELESEKRETERİYeni yorum girAç/Kapa
 
 
Günaydın ... şu anda evde değiliz, lütfen mesajınızı bip sesinden sonra bırakınız. biiiiiiiiyyyp.
 
 
Eğer çocuklarımızdan biri iseniz, "1" e basınız. Daha sonra 1 ila 5 arasında dünyaya geliş sırasına göre kim olduğunuzu belirtiniz.
 
 
Eğer çocuklarla kalmamızı istiyorsanız "2"ye basınız
 
 Eğer arabayı ödünç almak istiyorsanuz "3" e basınız
 
 Bizlerden yıkama ve ütü yapmamızı istiyorsanız "4"e basınız
 
 Çocuklarınızın bu gece bizde kalmasını istiyorsanız "5"e basınız
 
 Okuldan torunlarımızı almamızı istiyorsanız "6"ya basınız
 
 Pazar günü için yemek hazırlamamızı istiyorsanız, yada eve servis edilmesini tercih ediyorsanız "7"ye basınız
 
 Bize yemeğe gelmek istiyorsanız "8"e basınız
 
 Sorun para ise "9"a basınız
 
 Bizi yemeğe davet edecekseniz, yada, bizi tiyatroya götürmeyi arzu ediyorsanız, hemen konuşmaya başlayın,,, DİNLİYORUZ...!!!!


Kayıt tarihi : 2.12.2010 - Toplam yorum : 4

Güne gülümseyerek başlamamıza vesile oldunuz teşekkürler Filiz Hanım :)) Fıkra tadında bir gün ve hafta sonu diliyorum size ve tüm  arkadaşlara :) Sevgiler..


Kayıt tarihi : 3.12.2010 09:22:00 - Yorum sahibi: sebo

Günaydın..:) Büyük dertlerin,sıkıntıların unutulacağı bir gün olsun inşallah..Gününüz aydın olsun :)

Teşekkürler paylaşmınız için, keyifle okudum..Sevgilerr.:)


Kayıt tarihi : 3.12.2010 09:31:00 - Yorum sahibi: arzuulku
Ben de iyi günler diliyorum sizlere .Katılımınız için çok teşekkür ediyorum.

Kayıt tarihi : 3.12.2010 12:39:00 - Yorum sahibi: filizmir

Sevgili Filiz Hanım, sizi yeniden burada görmek ne kadar güzel... :)) Hoşgeldiniz. :))

Sanırım günlüğüne ilk yorum yazdığım kişiydiniz siz. Çok iyi anımsıyorum; sıcak bir Temmuz günüydü. Ümit Yaşar'ın Rıhtımda adlı şiirini ilk kez sizin günlüğünüzde okumuş ve çok etkilenmiştim. Tüm cesaretimi toplayıp, bu duygu yüklü dizelere küçücük bir yorum iliştirmiştim. Ardından sizin "Merhaba" diyen mesajınız gelmişti. "İzmir'in meltemi odama doldu." demiştim.:)

Sevgili toldi ben de eski dostlarla buluşmaktan çok mutlu oldum.Ama çok az kişi kalmış.Özellikle serbest kürsü eski özelliğini kaybetmiş.Günlerce girdim hep bomboş.Sevgiler.

Herşey için teşekkürler.


Kayıt tarihi : 4.12.2010 12:25:00 - Yorum sahibi: toldi


YILIN FIKRASIYeni yorum girAç/Kapa

    Adamın biri kitapçıya gider ve tezgahtara:

-"Evin Reisi Erkektir" adlı kitap var mı? diye sorar.

   Tegahtar cevap verir:

-Maalesef beyefendi.Masal kitabı satmıyoruz.



Kayıt tarihi : 3.08.2009 - Toplam yorum : 3

Adamcağız egosunu tatmin etmek istemiş, hain tezgahtar 0na bile izin vermemiş:)))

Yorumunuza teşekkürler.O da egosunu başka türlü tatmin etsin:)))


Kayıt tarihi : 3.08.2009 23:49:00 - Yorum sahibi: yezavel

:))) evet bu bir ütopyadır ve evin reisi daima kadındır...

Teşekkürler gerçeği görebilenler de varmış:))))))


Kayıt tarihi : 3.08.2009 23:51:00 - Yorum sahibi: büyükyollarınhaydutu
  Büyükanne ve Dedenin evindeki telesekreter
 
Günaydın ... şu anda evde değiliz, lütfen mesajınızı bip sesinden sonra bırakınız. biiiiiiiiyyyp.
 
 
Eğer çocuklarımızdan biri iseniz, "1" e basınız. Daha sonra 1 ila 5 arasında dünyaya geliş sırasına göre kim olduğunuzu belirtiniz.
 
 
Eğer çocuklarla kalmamızı istiyorsanız "2"ye basınız
 
 Eğer arabayı ödünç almak istiyorsanuz "3" e basınız
 
 Bizlerden yıkama ve ütü yapmamızı istiyorsanız "4"e basınız
 
 Çocuklarınızın bu gece bizde kalmasını istiyorsanız "5"e basınız
 
 Okuldan torunlarımızı almamızı istiyorsanız "6"ya basınız
 
 Pazar günü için yemek hazırlamamızı istiyorsanız, yada eve servis edilmesini tercih ediyorsanız "7"ye basınız
 
 Bize yemeğe gelmek istiyorsanız "8"e basınız
 
 Sorun para ise "9"a basınız
 
 Bizi yemeğe davet edecekseniz, yada, bizi tiyatroya götürmeyi arzu ediyorsanız, hemen konuşmaya başlayın,,, DİNLİYORUZ...!!!!
 




Kayıt tarihi : 2.12.2010 23:54:00 - Yorum sahibi: filizmir


Vehbi KOC'tan bir tavsiyeYeni yorum girAç/Kapa

 
"Evin varsa bir sıfır koymalısın varlıklar hanene,
İşin varsa bir sıfır daha koymalısın,
İş seninse üç sıfır daha koymalısın,
İşin iyi gidiyorsa üç sıfır daha,
Araban varsa bir sıfır,
Yazlığın varsa bir sıfır daha,
Daha sıralanabilir sıfırlar hanesi...
Ancak, Sağlığın varsa bir koyarsın başına,


o zaman bütün sıfırlar anlamlı bir değere ulaşır.

Yoksa sonuç sıfırdır, hiç uğraşmayasın boş yere..."
VEHBİ KOÇ


Kayıt tarihi : 14.01.2009 - Toplam yorum : 3

Çok güzelmiş teşekkürler.

Ben de yorumunuza teşekkür ediyorum.Sevgiler


Kayıt tarihi : 16.01.2009 01:14:00 - Yorum sahibi: quente

Bir zamanlar ezberimdeydi...Sanırım Vehbi Amcanın emrinde çalıştığımız yıllarda ezberlemiştim..sonra kısım kısım olarak kalmış aklımda..Ne kadar da doğrudur.değil mi?Emeğine sağlık Filizciğim.

Bunu çok önceden yazmıştım .Ama her zaman için geçerli değil mi?SEVGİLER


Kayıt tarihi : 5.08.2009 14:41:00 - Yorum sahibi: emelatam

vehbi ağa bir gün berbere gider.

Traşını felan olur sıra para verneye gelir.

vehbi aga cebinden 1 lira çıkarıp bahşiş verir.

berberde vehbi agaya dönüp derki ağam bir sualim olcak.

buyur evlat der ağa.

sizin oğlan hergelişinde 5 lira bahşiş verir siz ise 1 lira ağam affınıza sığnıyorum.

ağa : ben Hacı Mustafa efendinin oğluyum oda vehbi koçun oğlu okadar olsun der.


Kayıt tarihi : 7.08.2009 09:46:00 - Yorum sahibi: ALPEREN_OCAKLARI


EMPERYALİSTLERE YALVARAN BAŞBAKAN Yeni yorum girAç/Kapa


Erdoğan'ın ABD'ye gitmesinin asıl sebebine kimse değinmemiş.
Erdoğan'ı ve idealini bilmeyen her kafadan bir ses çıkıyor.
Şunun için gitti, şunu dedi, bunu söyledi, önce şunu söylemişti, şimdi bunu yapıyor, İMF'ye teslim olamayız, ümüğümüzü sıktırmayız, sonra gidiyor İMF'den para istiyor vb. vb. Bütün bunların hepsi boş.
 
Türkiye krize giriyormuş, vaziyet vahimmiş Erdoğan'nın umurunda değil.
Zaten bu hususta hiçbir bilgisi de yok. Erdoğan bambaşka işlerin peşinde.
Benim aklım, 22 Temmuz seçimlerindeki çok önemli bir noktaya takıldı.
Siz de şimdi o zamana gidin ve anımsamaya çalışın.
AKP %47 oy aldı. AKP başta herkes şaşırdı, şok oldu.
Seçim sonucu gösteriyordu ki, iki kişiden biri AKP'ye oy vermiş.
Gazeteciler halkın arasına giriyor soruyor "AKP'ye oy verdin mi?
Yok. Yok. Yok. Bu nasıl olur?
Derken, kimin ortaya çıkardığını bilmediğim bir oy kaydırma hilesi mi dersiniz, sahtekarlığı mı dersiniz ortaya çıkarıldı. İddiaya göre CHP'nin, MHP'nin, İP'sinin, HYP'nin vb. oylarından çalınıp AKP'ye aktarılmış.
Bu SECSİS adı verilen, yüksek bir teknolojiyle gerçekleşmiş.
Ben şahsen SECSİS'in teknik tarafını bilmiyorum.
Bildiğim tek şey SECSİS düzeniyle bilgisayarlara girip değişiklik yapabilme özelliğine sahip bir sistem olduğu. Hani şu telefonları ve ortamı dinleyen, Erdoğan'nın yasal olmayan Örgütünde kullanılan 11 seyyar araç var ya, işte 0nun ama oy kaydırma tekniğini yapan teknolojik bir düzen. Bu hile üzerine, İzmirli bazı aydınlarımız, Hürriyet Gazetesi yazarı Yalçın Bayer başta olmak üzere bir çok vatandaş çalışmalar yaptı ve denklemi çözdüler. Oy kaydırılmasını kanıtlayan belgeler ortaya çıkardılar. Olay Yüksek Seçim Kuruluna kadar taşındı. AKP'nin bir yandaşı olan Yüksek Seçim Kurulu başkanı olayı örtbas etmek için gerekeni yaptı ve yasayı kullandı. Bu yasaya göre, Yüksek Seçim Kurulu kararlarına, hiçbir kişi ya da kuruluş itiraz edemezdi, dava açamazdı. Böylece hilenin üstüne gidenler susturuldu, bildiğim kadarıyla olay da kapanmıştı.
 
Duyduğuma göre, SECSİS önceden Yunanistan'da da uygulanmak istenmiş ve ama orada bunun önüne geçilmiş. Önümüzde Yerel Seçimler ve iki yıl kadar sonra da genel seçimler yapılacak. Erdoğan'nın, bu SECSİS sahtekarlığına tekrar hayati ihtiyacı var. 22 Temmuz Genel seçimlerinde Bush'un yardımıyla SECSİS kullanıldı, nohut mercimek, kömür dağıtmak, Allah ile aldatmak, PKK'ya yardım etmek, malum medya tuz biberi  ve AKP iktidara geldi.
 
Bu gün saydıklarımın hepsi gene var, hatta daha da çok yoğunlukta var.  Bir tek SECSİS muallakta. Şimdi ABD başkanı değişti ve Obama geldi. Ayni yardımı Obama'dan da alabilmek için Erdoğan paçaları sıvadı.

Başka bahaneleri öne sürerek ABD'ye gitti. Obama Erdoğan'ı kabul etmedi ama yardımcısını vekil etti. Erdoğan 0nunla Türkiye'nin çıkarlarıyla ilgili hiç bir şey konuşmamıştır. SECSİS'i, Obama'ya iletmesi için MİSTER'e yalvarmıştır.
 
Demiştir ki "bakın, Irak'ta 1,5 milyon Müslüman'ı öldüren ya da ölmelerine neden olan ABD askerlerinin salimen evlerine dönmeleri için gece gündüz dua ediyorum. Bush'un isteği üzerine, tezkereyi cebime koyarak, PKK'ya yardım ettim. Obama da Bush gibi bana yardım etmeli ve kenef kolunu çekmemeli. İktidarda kalmamı sağlarsa bugünedek olduğu gibi istediği her şeyi yaparım." Gerisi çelik çomak. Sonra Mister'i bıraktı ve İMF Mister'ine gitti. Başladı 0na da yalvarmaya. "Aman gözünüzü seveyim, biz dışarıdan para gelsin de faizi 17% miş, 27% mii bize vız gelir. Faizleri ödeyecekler düşünsün. 0nun için yerel seçime kadar ne yapıp yapın bana yardım edin, gerekli parayı verin, seçimden zaferle çıkınca sizin her istediğinizi yapacağım, hamdolsun, Erdoğan sözü veriyorum" dedi.
 
İşte Erdoğan'nın ABD seyahatinin özeti bundan ibaret. Gene gerisi fasafiso, çelik çomak. Şimdiden söyleyeyim: Yazdıklarıma " hayal mahsulü ve komplo" diyenlere katılmayacağım. Hala Erdoğan'dan Türkiye'nin çıkarları için birşeyler yapacağını düşünenler, hatta tahmin edenler varsa, 0nlar yalnız salaklar ya da Allah ile aldatılanlardır. Şimdi, SECSİS'i hatırlatarak bir kez daha vatandaşlık görevimi yapıyor, siyasi partilerimizin dikkatini çekiyorum.&

Kayıt tarihi : 5.01.2009 - Toplam yorum : 1

Herşey apaçık ortada ama yine herkes bildiğini okuyacak.Millet nezaman gözünün önüne bakacak nezaman gözü açılacak merak ediyorum.Yazık bu ülkeye çok yazık.Ve birşeyler yapılması lazım acilen.Hangi ülke başka bir ülkenin boyunduruğu altında gelişmiş ki bu ülke gelişsin.Ne zaman öz benliğimize kavuşup silkeleneceğiz kendimize geleceğiz,nezaman itibarlı bir ülke olduğumuzu hissedeceğiz,nezaman.....?
Kayıt tarihi : 6.01.2009 00:15:00 - Yorum sahibi: sense_sea


Kırmızı böyle çizilirYeni yorum girAç/Kapa
 
ATATÜRK'TEN BULGARİSTAN'A GÖZ DAĞI
 
Başvekil İsmet İnönü davet edildiği Rusya'dan Bulgaristan yolu ile dönüyordu..

Yine o ara Bulgaristan'la aramız iyi değildi..
Bulgar komitacıları Sofya'daki Türk sefaretini sarmış,
İsmet Paşa'ya suikast yapmak üzere dışarıya çıkmasını bekliyorlardı...
Bulgar hükümetinin dikkati çekildi..Bulgar hükümeti bililtizam (inadına,bile bile) umursamadı. 
Bunun üzerine keyfiyet Ankara'ya bildirildi, ilgililer toplanıp, aralarında müzakere etti..
Bir çare araştırıldı...Tatminkar bir tedbir bulunamadı...Atatürk'e danışmaya karar
verdiler...Atatürk sordu; "Siz ne düşünüyorsunuz?"

" Bulgaristan'ı iktisaden tazyik edeceğiz..Şiddetle muhtaç olduğu bazı maddeleri satmamakla tehdit edeceğiz"
 
Atatürk güldü ve
"Telefonu verin bana" dedi..
Donanmaya emir verdi.. Ertesi sabah Yavuz zırhlısı İzmit'den Varna'ya gitti..Yüzbir pare top attı..Evlerin camları kırıldı..herkes yataklarından heyacanla fırladı..Bulgar hükümeti telaşlandı..
Amiral  Türkiye Başvekili İsmet Paşa'yı almaya geldiğini söyledi...
Bulgar Hükümeti İsmet Paşa'yı Sofya'dan Varna'ya zırhlı trenle, ihtimam ve muhafaza altında getirdi..
Bando ile merasim yaparak Yavuz'a uğurladı..Amiral, kırılan camları ödeyip, Başvekili Türkiye'ye getirdi..


Kayıt tarihi : 4.01.2009 - Toplam yorum : 2

ben günlüğünüzü şimdi farkettim ve okudum belkide daha önce farkettim ama hatırlamıyorum...hafızam çok kötü ...yazılarınız seçme ve güzel teşekkür ediyorum bizlerle paylaştığınız için...

Ben de yorumunuza çok teşekkür ediyorum:)))


Kayıt tarihi : 4.01.2009 13:29:00 - Yorum sahibi: sst52

Demekki gerektiği yerde masaya nasıl vurulacağını bilmek gerekiyormuş.)))

Da masaya vurabilecek yüreği taşıyan nerede!Yorumunuza teşekkürler.


Kayıt tarihi : 5.01.2009 12:27:00 - Yorum sahibi: talatnayir


Kim Yazmışsa Güzel YazmışYeni yorum girAç/Kapa



'Sayın Başbakan,

Birbirinden başarılı iki oğul babasısınız. Oğlunuz Burak alnının teriyle genç yaşta gemi aldı. Diğer oğlunuz Bilal, Dünya Bankası'ndaki başarılarıyla stratejik ortağınız Amerikan başkanı Bush'un bile iltifatlarına mazhar oldu. İkisi de pırlanta gibi, Allah bağışlasın.

Demem o ki, bir evlat nasıl yetişir, bir baba evladına baktığında nasıl içi titrer, nasıl burnunun direği sızlayarak sever biliyorsunuz...

Ama oğlu ertesi gün askerlik kurası çekecek bir baba o geceyi nasıl geçirir, Güneydoğu'yu çeken oğlunu otobüse nasıl bindirir, 15 ay boyunca geceyi gündüze nasıl ekler, saat başı haberlerini nasıl içi içini yiyerek seyreder, telefonda konuştuğunda 'Operasyona gidiyoruz, hakkını helal et baba' diyen oğluna ne cevap verir, bilmiyorsunuz.

Çünkü dediğim gibi oğullarınızdan biri armatör oldu. Güneydoğu'da deniz yok, Atatürk Barajı da oğlunuzun gemisi için pek küçük kalır, yakışık almaz. Yani Burak güvende. Allah bağışlasın.

E diğer oğlunuz Bilal de dediğim gibi Dünya bankası'ndaydı. Şimdi ise Dünya Bankası her nedense sözleşmesini yenilemediği için The Brooking Institution'da. İşi düşünce üretmek olan bu kuruluş da geçenlerde Diyarbakır'ın belediye başkanı Sayın !!!! Osman Baydemir'i ağırlamıştı, hatırlatırım. Yani sözün kısası Bilal de Washington'da, güvende. Allah bağışlasın.

O yüzden de 'Artık şehit cenazeleri görmek istemiyoruz' diyen bir vatandaşa gönül rahatlığıyla 'Askerlik yan gelip yatma yeri değildir, canım kardeşim' diyebiliyorsunuz.

Ben de artık şehit cenazeleri görmek istemeyenlerdenim, bu yüzden ben de sizin 'Canım kardeşim' diye hitap edebildiklerinizdenim. Can kardeşliğin verdiği samimiyet hissiyle, olanca içtenliğimle merak ediyorum.

Sayın Başbakan, 5 ayda verilen 50 şehidin ardından, 'Askerlik yan g elip yatma yeri değildir' dediğiniz için; şehitlere 'kelle' dediğiniz için hiç mi utanmıyorsunuz?

Bırakın politikaya devam etmeyi, meydanlarda büyük büyük laflar etmeyi; hala nasıl sokağa çıkabiliyorsunuz?

Artık neredeyse her gün kalkan cenazelerde o kadar kişi tek bir ağızdan sizi ve bakanlarınızı yuhalarken ne hissediyorsunuz? Yani mesela, 'Yan gelip değil, can verip yattılar' diye bağırırken binlerce kişi, 'Yer yarılsa da içine girsem' diyebiliyor musunuz?

Orada, şehitlerin cenazesinde, Ajan Smith gözlüklerinizle gizlerken yüzünüzü, neye daha çok üzülüyorsunuz? Şehitlere mi, düştüğünüz hale mi?

İktidarınızın ilk günlerinde terör sıfırken dört buçuk yılın sonunda gelinen durum nedeniyle hiç mi suçluluk duymuyorsunuz?

Şimdi sürekli 'şehitlik üzerinden siyaset yapmayın' diyorsunuz ya meydanlarda. Peki, o zaman tam seçim arifesinde niye şehit aileleri ile gazilere TOKİ aracılığıyla kurasız ucuz konut veriyorsunuz? Bu durumda asıl siz şe hitler üzerinden siyaset yapmış olmuyor musunuz?

Sayın Başbakan, bir baba olarak soruyorum size. Aynaya baktığınızda ne görüyorsunuz? Akşam yastığa başınızı koyduğunuzda uyuyabiliyor musunuz? Kelle deyip geçtiklerinizin ahından korkmuyor musunuz? O mağrur, çocuk bakışlı erler, 0nların babasız evlatları, anaların ağıtları, babaların 'Vatan Sağ olsun' derken titreyen dudakları hiç mi rüyanıza girmiyor?

Bir 'canım kardeşiniz' olarak olanca samimiyetimle soruyorum. Bu kadar sevilmemek nasıl bir duygu Sayın Başbakan?

Ha, bu arada. Bir oğlunuz, Bilal, hani stratejik ortağınız Bush'un iltifatlarına mazhar olan, askere gitmedi. Diğeri, Burak, hani alnının teriyle gemi alan ise çürük raporu almış. Askerlik yapmayacakmış.

Ne diyeyim. Bilal de, Burak da pırlanta gibi çocuklar. Allah bağışlasın.'
 

 



Kayıt tarihi : 22.12.2008 - Toplam yorum : 1

Çok güzel bir yazı.Ama o bilmem neler anlarmı ki bunu.Sanmıyorum anlamazlar, o kadar büyük bir karaktere sahip olmuş olsaydı zaten şu an burda bu koltukta olmazdı.Bende bir video var,amerikalı bir siyasetçi yaptığı bir olay yüzünden basın toplantısı veriyor ve basın toplantısında silahını çekip intihar ediyor.Gurur,onur,haysiyet,şeref böyle bir şey demekki...İki oğluda sapasağlam ama çürük raporu alınmış,hiç mi utanmıyor ki? nerdeeeeeeeeeee

Sevgili arkadaşım ben bir süre almanyada öğretmenlik yaptım.O dönemde bir milletvekilinin adı bir yolsuzluğa karıştı.Yapılan incelemelerde adamın suçsuzluğu ispatlandı.Ama adam gururuna yediremeyip intihar etti.Bizde böyle 0nurlu insanlar olsaydı herhalde bu günkü meclisin %80 inin intihar etmesi gerekirdi.


Kayıt tarihi : 22.12.2008 20:49:00 - Yorum sahibi: sense_sea


Yaşanmış bir öyküYeni yorum girAç/Kapa

Bu yasanms öyküyü aktaran, sayin Dr. Ömer Musolu 85 yasindadir ve halen

İstanbul Moda'da oturmaktadir.

1957 yilinda İstanbul Tip Fakültesi`nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD`ye gitmistim. Görev yaptigim hastane de basimdan geçen ilginç bir hadiseyi söyledir:

Amerika`ya gittigim ilk yillar... New York`da Medikal Center Hospital`da görev almistim. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi isler...

Yeni gelmis doktorlar hemen dogrudan hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diger zamanlarda da laboratuarda çalisiyorum. Bir hastaya gittim. Yaslica bir adam, tahminen yetmis bes yaslarinda

'kan verecegim kolunuzu açar misiniz?'dedim.

Adamcagiz kanserdi ve ayni zamanda kansizdi. Kolunu açtim, baktim pazusunda Türk bayragi dövmesi var. Çok ilgimi çekti,kendisine sormadan edemedim:

'Siz Türk müsünüz?'

Kaslarini yukariya kaldirarak 'hayir' manasina bir isaret yapti. Ama ben hala merak ediyorum.

'Peki bu kolunuzdaki Türk bayragi nedir?'

'Aldirma öylesine bir sey iste.' dedi.

Ben yine israrla: 'Fakat benim için bu çok önemli, çünkü bu benim milletimin bayragi, benim bayragim...' dedim..

Bu söz üzerine gözlerini açti. Derin derin yüzüme bakti ve mirilti halinde sordu:

'Siz Türk musunuz?'

-Evet Türk`üm.

İhtiyar gözlerime tanidik bir göz ariyor gibi bakti. Anlatmaya basladi:

'Yil 1915. Çanakkale diye bir yer var Türkiye`de. Orada savasmak üzere bütün Hiristiyan devletlerden asker topluyorlardi . Ben, Avustralya Anzaklarindandim. İngilizler bizi toplayip dediler ki:

'Barbar Türkler Hiristiyan dünyasini yakip yikacaklar. Bütün dünya o barbarlara karsi cephe açmis durumda. Birlik olup üzerlerine gidecegiz. Bu savas çok önemlidir.'

Biz de inandik sözlerine ve savasmak isteyenler arasina katildik. Beynimizi yikayan İngilizler Türklere karsi Topladigi askerlerin tamamini Çanakkale`ye sevk ediyormus. Bizi gemilere doldurup Misir`a getirdiler, orada birkaç ay talim gördük, sonra da bizi alip Çanakkale`ye getirdiler.

Savasin siddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düsen gülleler sulari metrelerce yukari fiskirtiyor, gökyüzünde havai fisekler geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatinin baharinda can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türkler deki gayret ve cesareti gördükçe sasiriyorduk. Teknolojik yönden çok üstün oldugumuz gibi

sayi bakimindan da fazlaydik. Peki 0nlara bu cesaret ve kuvveti veren sey neydi? İlk baslarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattigi gibi Türkler barbarliktan böyle saldiriyorlar. Meger bu barbarliktan degil yüreklerindeki vatan sevgisinden kaynaklaniyormus . Biz karaya çiktik. Taarruz edecegiz, bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz, bizi yine püskürtüyorlar Tekrar taarruz ediyoruz... Derken böyle bir taarruzda basimdan yedigim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmisim. Gözlerimi açtigimda kendimi yabanci insanlarin arasinda buldum.

Nasil korktugumu anlatamam. İngilizler bize Türkleri barbar, vahsi kimseler olarak tanitti ya... Ama dikkat ettim, bana hiç de öfkeli bakmiyorlar, yaralarimi sarmislar. İyice kendime gelince bu defa çantalarinda bulunan yiyeceklerinden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki 0nlarin yiyecekleri çok çok azdi. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardi. Sok oldum dogrusu. Dedim ki kendi kendime:

'Bu adamlar isteseler beni su anda öldürürler ama öldürmüyorlar, beni doyuruyorlar. Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Halbuki beni cephenin gerisine götürdüler.'

Kayıt tarihi : 18.12.2008 - Toplam yorum : 1


yazının devamı ;

Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla ‘’Yazıklar
olsun bana'’ dedim. Böyle asil insanlarla ben niye savaşıyorum, niye
savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne yalancıymış, ne kadar Türk
düşmanıymış'’ diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki…
Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum günlerce. Nihayet bizi
serbest bıraktılar.

Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak
için koluma bu Türk bayrağı dövmesini yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu
işte.”
Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti: “Talihin
cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzereyken yaralarımı iyileştirerek
sıhhate kavuşmama çaba sarfeden Türklerdi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde

yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarfeden bir Türk… Ne garip değil
mi? Avustralya'’dan Amerika'’ya gelirken bir Türkle böyle karşılaşacağımı
hiç tahmin etmezdim. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız.
Bizi hep kandırmışlar, buna bütün kalbimle inanıyorum.”
Bu sözlerin ardından nemli gözlerle “Bana adınızı söyler misiniz?” dedi. “Ömer” cevabını verdim. Merakla tekrar sordu: “Peki niçin Ömer
ismini vermişler sana?”

Babam Müslümanların ikinci halifesinin isminden ilham alarak bana
Ömer adını vermiş.
Senin adın Müslüman adı mı?

Ben, “Evet, Müslüman adı.” deyince yüzüme baktı, doğrulmak istedi.
Onun yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak
dedi ki: “Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Josef Miller'’
şimdiden sonra “Anzaklı Ömer” olsun.” “Olsun” dedim.

Peki hekim beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu?

Şaşırdım, nasıl da birdenbire Müslüman olmaya karar vermişti? Meğer o
bunu hep düşünüyormuş da kimseyle konuşup soramadığı için
gerçekleştirememiş. “Tabii” dedim. “Müslüman olmak çok kolay.” Sonra
kendisine imanın ve İslam'’ın şartlarını anlattım, kabul etti. Hem
kelime-i şehadet getiriyor, hem de ağlıyordu. Mırıldandı: “Siz Müslümanlar
tesbih çekersiniz, bana da bir tesbih bulsan da ben de yattığım yerden
tesbih çekerek Tanrı'’yı ansam olur mu?”

Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş esnasında Tanrı'’yı
zikretmeyi ihmal etmiyormuş. Sonrasında bir tesbih bularak kendisine
getirdim. Hasta yatağında tesbih çekiyor, biz de tedavisiyle
ilgileniyorduk. Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde rica etti: “Beni yalnız bırakma olur mu?”

Ne gibi Ömer amca?
Ara sıra gel de bana İslam'’ı anlat! Sen çok güzel şeylerden
bahsediyorsun. O sözleri duydukça kalbim ferahlıyor. 

O günden sonra her gün yanına gittim, bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam
hatırlamıyorum, hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum:
“Doktor Ömer, lütfen 217 numaralı odaya gelin!”

Hemen yukarı çıktım. Ömer amcanın odasına vardığımda gördüğüm manzara
aynen şöyleydi: Sağ elinde tesbih, açık duran sol kolunun pazusunda dövme
Türk bayrağı, göğsünde imanıyla koskoca Anzaklı Ömer son anlarını
yaşıyordu.
Hemen başucuna oturdum, kendisine kelime-i şehadet söylettim, o
şekilde kucağımda ruhunu teslim etti…

Ne yalan söyleyeyim ağladım, ağladım…

Alıntı… Teşekkürler Arzu ben yarısının kopyalandığını farketmemişim:)


Kayıt tarihi : 18.12.2008 17:48:00 - Yorum sahibi: arzueylül


Çok komikYeni yorum girAç/Kapa

60'li yaslarindaki evli bir cift evliliklerinin 35inci yilini   sakin, romantik bir restoranda kutlamaktadirlar.
Aniden önlerinde zarif ve güzel bir peri belirir ve şunu söyler:
- Bu kadar uzun bir süre örnek bir çift olmanız ve hep   birbirinize sadık kalmanız nedeniyle birer dileğinizi yerine   getireceğim.
'-Ah, ben sevgili kocamla tüm dünyayı görebileceğimiz uzun bir seyahat yapabilmek istiyorum' demiş, kadın, sevgi dolu gözlerle kocasına bakarak. 

Peri sihirli değneğini sallamış ve gerekli tüm uçuş,   gemi, otel, yemek ve eğlenceleri içeren   voucher'lar kadının eline gelivermiş.
Sıra kendisine gelince adam biraz düşünmüş ve:
- Evet, demiş, tüm bunlar harika ve cok romantik.   Ama böyle bir fırsat insanın ömrü boyunca sadece bir   kez eline gecer ve artık    ömrümüzün sonuna yaklaştık. Kusura bakma hayatım,ama benim dilegim
benden 30 yaş daha genç bir karım olması.
Kadın ve peri oldukça büyük bir hayal kırıklığı içine düşseler de, dileğin yerine getirilmesi gereklidir. Bunun üzerine peri değneğiyle bir daire çizer ve... Adam 92 yaşına gelir !!

Bu hikayenin ana fikri:
 
Erkekler akıllı olabilirler fakat,
periler dişidir 


Kayıt tarihi : 16.12.2008 - Toplam yorum : 0


Ben OkumayacağımYeni yorum girAç/Kapa
 

Mart ayı gelmişti ama kızım hala okumaya geçmemişti. Ödevlerini yapmamak için bir sürü bahane buluyordu. Elimden geldiğince ilgileniyor, çalışma şevki kazanması için çabalıyordum. Ancak hiçbir gelişme yoktu. Adeta inatla okuma-yazma öğrenmemeye çalışıyor gibiydi. Öğretmenliğin kazandırdığı bütün deneyimlerimi kullanıyor, hiçbirinin işe yaramadığını gördükçe paniğim artıyordu.

Kızımdan bir yaş küçük oğlum ve henüz yedi aylık bebeğim den çalabildiğim her dakikayı kızıma ayırıyor, ancak öğretmeniyle her konuştuğumda büyük bir düş kırıklığı ile eve dönüyordum. ‘Kızım acaba geri zekalı mı’ diye düşündüğüm oluyor, bu düşünceler yüzünden beynimin zonklamasını geçirmek için iki, üç tane ağrı kesici almak zorunda kalıyordum.

O soğuk mart akşamında, sönmeye yüz tutmuş sobanın yanında, kızıma heceleri söktürebilmek için uğraşırken, 0nun ilgisizliği kalan son sabrımı da tüketti. Ayların birikimiyle kızı mı omuzlarından tutup, silktim ve minicik yanağına hatırladıkça utandığım’ bir tokat attım. Yanağı kıpkırmızı oldu. Şaşkın ama kızgın baktı. Ağlamamak için minik dudaklarını sürekli büküyor, bakışları kalbimin ötelerine doğru ok gibi ilerliyordu.

Sessizliği bozan ben oldum.

“Neden? Nazlıhan neden? Niçin okumayı öğrenmek için gayret göstermiyorsun? Sen aptal değilsin. Neden kendine aptalmışsın gibi davranılmasına izin veriyorsun?”

Bir an durdu, sonra sesinin bütün yırtıcılığı ve kiniyle, “Çünkü ben okumak istemiyorum” diye haykırdı. Kulaklarıma inanamıyordum. Yüksek tahsil yapıp, iyi bir geleceği olacağını düşledim biricik kızım, benim, ben öğretmen Emine Özgenç’in kızı “Okumak istemiyorum” diye bağırıyordu.

Hayal kırıklığı ve şaşkınlık içerisinde “Neden?” diye sorabildim.

“Çünkü ben senin gibi okuyup, öğretmen olup, çocuklarımı evde yalnız bırakıp işe gitmeyeceğim, Çalışmayacağım, Ben sadece anne olacağım.”

Kızım konuşmuyor, adeta beni tokatlıyordu. Başım dönüyor, gözüm kararıyor, bu sözlerin gerçekten kızıma mı ait olduğunu anlamaya çalışıyordum. Evet bu sözleri bana yedi yaşındaki kızım söylüyordu. “İnsan şimdi bayılmaz da ne zaman bayılır” di ye düşündüm. Sanki, birden, gözlerimin önünde bir sinema perdesi açıldı ve acı bir film oynamaya başladı. Yozgat’ın Nohutlu Tepesi’nde, o her çıkışımda hiç bitmeyeceğini düşündüğüm yokuşun başındaki bir türlü ısıtamadığım evi hatırladım.

12 Eylül sonrası, eşimin (birçok insana yapıldığı gibi) hiç anlayamadığım bir tarzda ve sebepsizce tutuklanıp cezaevine götürülüşü. Aylarca tutuklu olduğu halde mahkemenin bir türlü başlamayışı. Yıllarca süren ve benim, eşimin neden tutuklandığını beraat ettikten sonra bile anlamadığım mahkemeler. Bakamadığım için dokuz aylık oğlumu Samsun’a, anneme bırakmam. Bakıcı ve anaokulu masraflarını karşılayamadığım için, iki yaşındaki kızımı her gün çalıştığım liseye götürüşüm. Yavrumun öğretmenler odasında koltuklarda uyuyuşu. Uykusunun en derin yerinde çalan teneffüs ziliyle yavrumun fırlayıp koltuklara oturuşu. Sonra müdürün beni çağırıp, “Bak Emine Hanım, biliyorum zor durumdasın ama seni gören herkes çocuğunu okula getirmeye başladı. Burası çocuk yuvası değil ki. Bir daha kızını okula getirme” deyişi. O günden sonra iki buçuk yaşındaki kızımı o koskoca, o sopsoğuk evde, yalnız başına bırakıp, dönene kadar kızımı koruması için Allah’a yalvarışlarım. Acıkır ve susar diye etrafa bıraktığım su bardakları ve yiyecekler. Her akşam eve döndüğümde yavrumu bir köşede battaniyenin altında büzüşmüş buluşum.

“Yavrum, iyi misin? Korktun mu?” diye sorunca, “Korktum, ağladım, ağladım, yoruldum, sustum, sonra yine ağladım” diyerek boynuma sarılışı. Bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerimin önünden. Bir türlü filmin sonu gelmiyordu.

Nisan sonlarına doğru bir öğle paydosunda eve gelmiş ve zili çalmak zorunda kalmıştım.

O sabah telaşla çıkarken anahtarı evde unutmuştum. Ama çok dert etmemiştim. Nasılsa kızım evdeydi. Kapıyı açardı. Ama açmadı. Açmadığı gibi sesinin bütün gücüyle “Anne” diyerek ağlıyordu. “Kızım, ben annenim, aç kapıyı” dedikçe o “Hayır sen annem değilsin. Sen kurtsun. Beni yiyeceksin” diye feryat ediyordu. Ne söyledimse inandıramadım. Dinlediği bir masaldan etkilenmişti besbelli. Yavrum, minik yavrum korkuyor ve ağlıyordu. Yarım saat uğraşmış, ikna edememiştim.

Yapacağım tek şey vardı. Bir şekilde içeri girmek. Ama nasıl? Kapıyı kıracak gücüm yoktu. Nohutlu Tepesi’nde çilingir ne gezerdi. İçerde yavrum feryat figan ağlıyordu. Neden sonra alt kata inmeyi düşündüm. Kapıyı açan komşuma bir yandan olayları anlatıyor, bir yandan balkona doğru koşuyordum. Bir sandalye bulup balkona yerleştirdim ve üst kattaki evimin balkonuna ulaştım. Ben, 153 santimlik ufak tefek kadın, bir sandalye yardımıyla nasıl olup üç metrelik tırmanışı gerçekleştirerek, üçüncü kattaki evimin balkonuna ulaştım. Hala anlamış değilim. Sanki görünmeyen bir el beni yukarı çekti. Balkonun kapısı pek sağlam olmadığından, kilidi kolayca açıp içeri koştum. Kızım kapının dibine oturmuş, başını bacaklarının arasına sıkıştırmış ağlıyordu. Sarıldım, sarıldım, sarıldım... Göz yaşlarım 0nunkiyle karıştı. Koynuma büzüldü. Sadece “Annem, anneciğim, kurt beni yiyecekti” diyebiliyordu. O gün öğleden sonraki ilk dersimi kaçırdım. Müdürün ikazına rağmen kızımı sınıfıma götürdüm. Önce müdür muavini, sonra müdür tarafından azarlandım ama hiç cevap vermedim. Sadece göz pınarlarımda iki damla yaş belirdi. Ve o yaşlar müdürün birden susup özür dilemesine sebep oldu.

Evet bu acı film bitecek gibi değil. Kızımın sesiyle irkildim.

“Ben okumayacağım. Anne olacağım diye feryat ediyordu. Feryat etmiyor sanki beni tokatlıyordu. 0na iyi bir anne olamadığımı ve bundan duyduğu rahatsızlığı bu sözlerle haykırıyordu yüzüme. Hayatımın hiçbir anında böylesine bir acı yaşamamıştım. Hiçbir söz yüreğimi ve belleğimi böylesine hırpalamamıştı.

Kızımın kestane rengi saçlarını okşadım. Tokadımla kızaran yanağını öptüm. Başını göğsüme bastırdım. 0nun hafızasında yer eden bütün acıları silmek istiyordum. En doğru, en eğitici sözleri bulmalıydım. Ama nasıl?.. Bu allak bullak beyinle nasıl?

Öğlece ne kadar kaldık bilemiyorum. Bir ara konuşacak gücü bulabildim.

“Kızım, her okuyan kadın çalışmak zorunda değildir. Sen iyi bir anne olmak istiyorsun. Ben de iyi bir anne olmanı istiyorum. Ancak, okursan, bilgili olursan, iyi bir anne olabilirsin. Çalışmak zorunda değilsin ki. Sen de evde çocuklarına bakar, 0nlara okuma yazma öğretirsin” diye devam eden birçok cümle sıraladım peş peşe. Kızım ikna olmuş görünüyordu. Ertesi gün okuldan geldiğinde 0nu masanın başında Cin Ali kitabını okurken buldum. Kızım, okuyup yazmayı aylar önce öğrenmiş fakat ısrarla herkesten saklamıştı.

Öğretmeni şaşkındı. “Nasıl olur da bir çocuk, bir günde bu kadar ilerleme kaydedebilir?” diye soruyordu. Bu sorunun cevabı öyle uzun ve anlaşılması öyle güçtü ki... O an susmak, en güzel cevaptı çünkü bu sorunun cevabını ancak ben ve Nazlıhan anlayabilirdik.
Şimdi kızım, Gazi Üniversitesi’nde işletme okuyor. Anadilini çok iyi okuyup, yazdığı gibi iyi derecede İngilizce de biliyor. En önemlisi bir kadının hangi şartlarda olursa olsun çalışması ve ekonomik özgürlüğünü elde etmesi gerektiğine inanıyor. En güzeli de her fırsatta “Canım annem diye sarılıp yanaklarımdan öpüyor. Ben de 0nun, daha önce “o utandığım tokatla” kızart tığım yanağından öpmeye özen gösteriyoru

Kayıt tarihi : 15.12.2008 - Toplam yorum : 5

tuylerim diken diken oldu okurken... Turkiye nin bilinmeyen daha dogrusu bilinip de goz ardi edilen bir gercegi daha... Ogretmenlerimizin calisma kosullari ve emeklerinin karsiligina asla denk gelemeyen maaslari....

. Sevgili  Hülya bu sadece öğretmenlerin değil tüm çalışan annelerin ortak problemi.Ben oğlumu 6 aylıktan kreşe götürdüm.Erkenden götürmemin hem zararını hem yararını gördüm.Arkamdan ağlamadı çünkü evde bir yaşam olduğunun farkında olmadı:((((((


Kayıt tarihi : 15.12.2008 11:26:00 - Yorum sahibi: banshe78

Okudukça gözlerim doldu, çok duygulandım; çocuklarımın küçüklükleri geldi aklıma.  Kızımı anneme emanet edip işe gidişim, bebeğimin anne sütünden başka bir şey istememesi, öğle aralarında, akşamları taksilerle, dolmuşlarla apar topar eve koşturuşum, daha apartmanın dış kapısına geldiğimde duyduğum  "aç" bebek ağlaması; biraz daha büyüdüğünde sabahları evden kaçar gibi çıkmalarım, arkamdan "anneeee" diye duyduğum feryatlar, ah ! ne zor çalışan anne olmak. :(

Haklısın sevgili sesu anne olmak zor çalışan anne olmak daha zor.Bir gün oğlum bana keşke çocuğun değil öğrencin olsaydım demişti.Hala düşündükçe burnumun direği sızlıyor.


Kayıt tarihi : 15.12.2008 11:44:00 - Yorum sahibi: Sesu66

Aklıma  annesi çalışmaya başladıktan sonra hiç süt içmeyen,anne “sana süt almak için çalışıyorum” dediği için süt içmezse annesinin işe gitmeyeceğini düşünüp bunu uygulayan bir çocuk geldi.O zaman sadece 3 yaşındaydı.

Çalışan anne olmak zor,hem anne hem çocuk için.Ben kızım doğduktan sonra yıllarca ara verdim iş hayatıma.Ama mecbur olanlar çalışmak zorunda.

Ben de çalışmak zorunda olanlardandım maalesef:(


Kayıt tarihi : 15.12.2008 13:09:00 - Yorum sahibi: bonjour34

Annem ben bir aylikken isten ayrilmis, her ne kadar sordugumuzda sebebini baban istemedi dese de ben asil nedenin o donem yasanan siyasi olaylar oldugundan eminim. Annemin isten ayrilisi sanirim en cok bana ve kizkardesime yaradi cunku annemizle buyuduk-sansliydik ne zaman ki ben ilkokul diplomami aldim ayni gun annem tekrar ise basladi (shp hukumeti af cikarmisti) Bu nedenle anneyle buyumenin de calisan anne cocugu olmaninda ne demek oldugunu (ama en guzel yanlariyla) biliyorum :)

Sen mutlu azınlıktan birisin.Benim oğlum çok şanssızdı.Zaten babası yoktu annesini de akşamdan akşama ev işlerinden arta kalan zamanlarda görüyordu.Ama başka seçeneğimiz yoktu.:(((


Kayıt tarihi : 16.12.2008 11:20:00 - Yorum sahibi: banshe78

Filiz öğretmenim çok dokunaklı bir hikaye,bir annenin mesleği yüzünden çocuğuna vakit ayıramaması,bir an aklıma ulu önder ATATÜRK geldi. O bu ulusun huzuru için kendi özel yaşantısından nasıl fedakarlıklar verdiğini çok iyi anlıyorum.Topluma hizmet ederken,kendimizi ve ailemizi malesef düşünemiyoruz. 

Sevgili Nail Bey bu devletimizin ayıbı hiçbir konuda güvencemiz yok.Sonra da bu kadar sorunlu insan nasıl oldu diye düşünüyoruz.


Kayıt tarihi : 16.12.2008 12:49:00 - Yorum sahibi: milkman74


O güzel insanlar...Yeni yorum girAç/Kapa
OLAN bitenlere baktıkça içimizden “O güzel insanlar, o güzel atlara binip güzel ülkelere gittiler” demek geliyor.
Artık o güzel insanlar da yok, o güzel atlar da gittikleri yerin “güzel” olup olmadığı da belli değil...
Onun için “Eskiden olsaydı, şöyle olurdu!” diye yorum yapmanın da gereği yok...
Ama olanı da inkâr edemeyiz ya!
Bu ülkede bir zamanlar böyle insanlar yaşardı, böyle şeyler yaparlardı, diye...
* * *
YIL 1961, “27 Mayıs” darbesinden sonra demokrasiye geçiş, askerlerin devirdiği Demokrat Parti’nin devamı olan AP ile CHP koalisyonu, Başbakan İsmet Paşa...
ABD Başkanı Kennedy Türk hükümetine bir mektup gönderir, Demokrat Parti döneminde, hükümetin kefil olduğu bir şirketin borcunun Amerikan şirketine ödenmesini ister.
* * *
NAZİK ve gergin bir durum, askerlerin devirdiği DP hükümetinin kefil olduğu borcu ödemek...
CHP grup toplantısında Feyzioğlu, bir taktik önerir, ortam müsait değildir, sorunun çözümü geciktirilmelidir.
* * *
FEYZİOĞLU, kürsüden inince İsmet Paşa sert bir tavırla kürsüye gelir, Ali İhsan Göğüş’ün yanından kalkıp kürsüye çıkmıştır, şöyle der:
“Arkadaşlar cumhuriyet hükümetleri birbirini takip eder. Bir cumhuriyet hükümetinin angajmanını diğer cumhuriyet hükümeti devam ettirmek zorundadır. Bu borcu taahhüt eden DP hükümeti değil, Türkiye Cumhuriyeti hükümetidir. Borcumuza sadık kalacağız, arkadaşımız taktik yapalım, diyor. Ben taktik maktik bilmem. Siz taktik yapacaksınız da, elin oğlu yapmayacak mı? Her taktiğin mukabil bir taktiği vardır. Bir müşkülünüzün çözümünü istiyorsanız yalnız ve yalnız doğruları söyleyeceksiniz. Bir müşkülden kurtulmak için de doğruları söyleyeceksiniz.”(x)
* * *
ŞÖYLE çevrenize bir bakın, böyle insanlar kaldı mı?
Peki, 0nlara ne oldu?
O güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler.
Yerlerine kimler geldi?
“Ben zenginleri severim, Anayasa’yı bir kere biz delsek ne çıkar?” diyenler ve devamları...
Servetlerinin kaynağını annelerinin çıkını diye gösterenler ya da servetlerinin oğullarının sünnetinde gelen takılardan olduğunu söyleyenler...
* * *
PEKİ o güzel insanların hakkı verilmiş midir?
Siyasette kimin hakkı verilmiştir ki!
1970’li yıllar, CHP’de kavga başlamış, bir tarafta Ecevit, karşısında Feyzioğlu, Satır, Paksüt gibi eskiler. İsmet Paşa’yı Ecevit’i tutmakla eleştiriyorlar.
Bir parti meclisi toplantısında Emin Paksüt, İsmet Paşa’nın önüne gelir, masayı yumruklar, ağır sözler söyler. İsmet Paşa’nın yanında, Ali İhsan Göğüş oturmaktadır; 0na döner:
“Bu hakarete uğrayarak bin sene yaşamayı mı, yoksa bu anı görmeden ölmeyi mi tercih edersin derlerse, ölmeyi tercih ederim.”
Ve bir süre sonra İsmet Paşa ölür. HASAN PULUR


Kayıt tarihi : 14.12.2008 - Toplam yorum : 0


Sayfa : <<  < 1 2 3 4 5  >   >>

Günlük yazmak için üye girişi yapmalısınız, üye girişi yapmak için buraya tıklayın.




Günlük nedir? | Günlüklerim | Yeni kayıt | Günlük ara

Kelime Cambazı
Kelime Cambazı
Toplam 0 yarışmacı
Kelime Hazinesi
Kelime Hazinesi
Toplam 0 yarışmacı
İkili Bilgi Yarışmaları
İkili Bilgi Yarışmaları
Toplam 0 yarışmacı
Bir günlük hediye (ücretsiz) seçkin üyelik için buraya tıklayın

Ayın Yarışması

Mart ayı boyunca her gün Kakuro yarışmasına katılabilir ve hergün 48 TL değerinde bir yıllık seçkin üyelik kazanan kişilerden biri siz olabilirsiniz.
Hemen yarışmak için buraya tıklayın

Üye olan herkese
10 BONUS
Üye olmak için tıklayın
Tavsiye edenlere
10 BONUS
Tavsiye için tıklayın
Tıkla Hemen
Bonus Kazan

Bonus için tıklayın
İş ortaklığı | Web Master | Hakkımızda | Sık Sorulanlar | Bize Ulaşın
birmilyon.com bilgi merkezli bir sitedir, bilginin paylaşılması ve çoğaltılması ilkesine dayanarak,
birmilyon.com da yer alan hertürlü soru ve bilgi yarışması tamamen paylaşıma açıktır.
Seçkin üyelik | Bilgi yarışmaları | Kelime ve Zeka Yarışmaları | Günlük | Foto kulüp | Bir sorum var | Serbest kürsü
Normal üyelik | Bilgi yarışması | Çocuk yarışması | Soru gönder | Bir işlem | Bir kelime | Timsah avı
Kullanım Şartları | Güvenlik ve Gizlilik | birmilyon.com V8 turbo

Bilgi Yarışması

6,640625E-02