Şimdi kar kış. İstanbul’da insanın burnun ucunu dışarı çıkarası gelmiyor. Karikatür krizi devam ediyor. Yani korkulan din savaşlarının ayak sesleri uzaktan geliyor.. Kuş gibi masum bir hayvanın taşıdığı virüsün dünyaya saldığı dehşet.. ortadağu kaynamaya devam ediyor.. liderler büyük büyük laflar ediyor. Gündemi bu konular belirlerken ben aşktan bahsedeceğim. Çünkü şu sıralar mutsuz olan toplumun aşka fazlaca ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Ve soruyorum…
Ne kadar zamandır aşığız, biz insanoğlu?
Ne kadar zamandır bir kuş sesine, mehtaba, bir kadın saçı gibi ince ince yağan yağmura, gün batımına, loş odalara, çiçeklere farklı anlamlar ve değerler yüklemeyi öğrendik ?
Ne kadar zamandır farklı olanların uyuşmasını ve birliğini ve bu birliğe sahip olanların farklılığını ve uyumsuzluğunu biliyoruz ?...
Ve ne kadar zamandır imkânsızı istiyor, 0ndan vazgeçemiyor ve her seferinde imkansızın, imkânsızlığını öğreniyoruz ?
Kendimizi tanımamız aşkla başlıyor.
Ruhumuzun kuytularına aşkla iniyor ve ruhumuzu aşkla keşfediyoruz.
Platon, “Şölen” diyalogunda Aristophanes tarafından anlatılan bir efsaneye yer verir.
Bu efsaneye göre insanlar, erkek ve dişi olarak ayrı ayrı var değillerdi.. Erkek ve dişi “androgynos” adı verilen tek bir varlıkta birleşmişti.
Erkek ve dişinin bedenleri, bu “androgynos”ta birleşik durumdaydı.
Dört kollu, dört bacaklı, çift cinsel organlı bu varlık, sahip olduğu birliğinin verdiği güçle tanrılara kafa tuttu..
Zeus, 0nlara hadlerini bildirmek ve kuvvetten düşürmek için, 0nları kadın ve erkek olarak ortalarından ikiye böldü..
İşte, kadın ve erkeğin tarihin bir noktasında sahip oldukları birliklerine yeniden kavuşabilmek için birbirlerini aramalarının, yani aşkın serüveni böyle başlar.
“Gerçek Aşk”, “Gerçek Eş” ya da “Ruh İkizi “ denilen metafor işte burada ortaya çıkar.
Kadın ve erkek birliklerini yeniden kurabilmek için birbirlerini ararlar..
Ama heyhat, her birinin yapışık olduğu asıl eşleri de vardır..
İşte gerçek aşkta ilk resmi eşte değil, , o ilk birliği sağlayacak ruh ikizini bulmakla başlar….
Yani, aslında kendinde varolmuş olan, ama şimdi mahrum kaldığı, uzak düştüğü, eksikliğini duyduğu bir birliğin, bütünleşmenin peşinde delicesine koşmaktır aşk.
Aşkı aramak, kendinde bulunmayan, kendi dışına çıkmış olan, ötekini aramaktır..
Peki ama, kim kendinde ötekini, ötekinde de kendini bulabilir?
Kişi kendisini ancak öteki yarısı aracılığıyla tanıyabilir.
Ve bu tanıma ancak ötekinin nezdinde kabul görmüş olmakla gerçekleşebilir. İşte aşk da bir kabul görme isteğiyle ortaya çıkar.
Ötekinin arzulanmasıyla ve ötekinin de arzusunu aşka yönelmesiyle ortaya çıkar aşk. Arzular, doyurulmamış olduğu için vardır.
Peki, öteki nezdinde tümüyle kabul görmüş bir aşık, tümüyle doyurulan arzusuyla aşkını sürdürebilir mi?
Ne acıdır ki, arzunun doyurulması, hem aşkın doruk noktası, hem de, aşkın ölümüdür...
Aşkın en yüksek dengesizliği, aşkın en yüksek mutsuzluğu, aynı zamanda aşkın doruk noktasıdır da.
Kabul görmenin tamamlanışı ve arzunun doyurulmasının derin mutluluğu ise, aşkın ölümünün başlangıç noktasıdır.
Aşkın en büyük gücü, aynı anda 0nun en zayıf noktasıdır da.
Aragon tüm bu düşünceleri ne güzel özetliyor:
“Mutlu aşk yoktur.”
Aşkın sonunda elimizde kalan ise bvir demet çiçektir..
Ama, sonunda dalından kopmuş, solmaya, mahkum bir çiçek.
Ama yine de bu çiçek ruhumuzda, yüz değiştirir.. Taç yapraklarını bazen açar, bazen kapatır; soğuktan, yağmurdan korunur, ısıtılır, bütünlüğünü tekrar tekrar kurar.
Siyah şalımın altında ellerim kenetli... “Neden yüzün soluk? Bu umursamazlık niye?” Çünkü sevgilim, kederimde boğdum seni.
Hiç unutmayacağım...Sendeleyerek çıktı; Ağzı çarpılmış, perişan... Merdivenlerden aşağı koştum, parmaklıklara dokunmadan, Bahçe kadar gittim peşinden.
Nefes nefese bağırdım; şakaydı. Beni bırakma, ölürüm acımdan. Güldü bana. Ah ne kadar da sakindi. Korkunçtu. “Yağmurun altında kalma” dedi.
Anna AHMATOVA
|